Cuma, Temmuz 29

Samba



Intouchables şahane bir filmdi. Her ne kadar IMDB'de ilk 30 içinde yer almasına anlam veremesem de tekrar tekrar izlenecek bir filmdi. Sadece zengin ama sakat bir adam ile fakir bir gencin ilişkisi yoktu içinde. Aynı zamanda Fransa'da ve dünyanın birçok yerinde azınlıkların, göçmenlerin, diğerlerinin hayatlarına dair söyleyeceği sözleri olan bir filmdi. O filmin yıldızı Omar Sy'ın bir diğer filmi Samba da buradan yola çıkıyor. Zaten yönetmen ve senaristler de aynı; Olivier Nakache, Eric Toledano...

Fakat ilginçtir Samba'nın IMDB puanı 6.7'de kalmış. İlki ne kadar yüksekse, ikincisi de o kadar düşük!

Kadro daha zengin. Charlotte Gainsbourg bu filmde.. Kendini Brezilyalı olarak tanıtan Kuzey Afrikalı Walid rolünde Tahar Rahim de çok başarılı.Çalıştığı alışveriş merkezinde kendi başına futbol oynayan, sürekli kimlik değiştiren, dayısı ile tek göz bir evde kalan, ara ara ülkesi Senegal'in forması giyen Samba Cisse; çok renkli ve çok içten bir karakter. Ama o hatayı yapamayacaktı; insan hapishanedeki arkadaşının manitasına dokunmamalı. Filmi şekillendiren hikayelerden biriydi. Yakışmadı!

Fakat genel olarak, diyaloglarıyla, müzikleriyle, oyunculuklarıyal çok iyi bir film. İzleyen sıkılmaz, güzel hislerle ekran başından ayrılır.

Perşembe, Temmuz 28

Dünya Vatandaşı Kuşak


Bülent Eken ile tanışmak nasip olmadı. Ama tanıdık. İlhan sağolsun, onun hakkında bize çok şey anlattı. Ondan öncesinde de ağabeylerimizden çok şey duyduk. Hemen hemen herkes aynı minvalde hikayeler anlatıyordu. Sonuçta kafamızda ona dair bir imge oluşmuştu.

Şimdi burada ona dair övgü dolu bir yazı yazacak değilim. Haddim de değil. Fakat şu bir gerçek; kendisi hem çok güzel hem çok uzun yaşamış. Şahane bir ömür! Kıskanmak mümkün değil, tam tersi anılarıyla zaman zaman bizim gibi sabit ve korkak nesilleri harekete geçirecek bir ilham perisiydi.

Bülent Eken 1923 doğumluydu. Yine aynı günlerde kaybettiğimiz Halil İnalcık da 1916'dan. İnalcık da çok uzun ve ilginç bir hayat yaşamıştı. Bu adamların, bu kuşağın vizyonu, çabası çok üst düzeyde. Aramızda 80-90 sene var. Hatta oluşan teknolojik birikim, bu farkı daha da sertleştiriyor. Buna rağmen, onların dünyayı keşfetme çabası çok üst düzeyde. Hayran olmamak elde değil. 

Şu fotoğraf da çok güzel. Yaşamayı seven, hayattan keyif alan, sınırları aşan, dünyaya entegre olan ve aynı zamanda işinde başarılı olan bir genci görüyoruz. Birbirinin aynı olan Facebook-Instagram fotoğraflarından 10 kat daha güzel, o hayatlardan 10 kat daha dolu...

Çarşamba, Temmuz 20

Ters Yol




Gariplik genlere işlemiş. İnsan kendi eşyasıyla bu kadar bağ kurmamalı. Ama bahsedeceğim bir eşyadan, bir telefondan daha fazlası. Dünya nasıl bir teknolojik devrime girdiyse, ben de tam üç sene önce kişisel devrimimi taçlandırmıştım. Akıllı telefon benim de cebime girmişti.

İnsan o günün tarihini hatırlar mı, hatırlıyor işte. İnsan hayatını, kölesi olduğu geçmişini sık sık düşününce böyle kırılma anlarını daha sağlam yerleştiriyor belleğine. Satın aldığım en pahalı şeydi! Lazım mıydı, değil miydi? Ama watsapp için değerdi. 

Tam da "Polis yolda çevirip sizin watsaap'ınızı okuyormuş, aman dikkat" denildiği günlerdeyiz. Derde bak! Oysa ben watsapp'ı; iddia tüyosu almak, zaman geçirmek, biraz kızlarla konuşmak için yüklemiştim. Aslında bireysel bir app olduğunu zannediyordum. Kendimi onlarca farklı grubun içinde bulacağımı tahmin etmiyordum. 

Üç sene önce; Gezi'nin hemen sonrasıydı. ''Hayatlarımızın en güzel dönemiydi'' romantizmine girmeyeceğim, çünkü benim değildi. Üstelik o kadar renkli bir hayatım da olmadı ama daha iyi zamanlarım oldu. O ilk günlerde içimize giren umudun hemen ardından dışlanmaları ve kibiri görünce tadım kaçmıştı. Fakat daha önemlisi, can korkusunu hissetmiştim. Üstelik sokakta tank ve F16 yoktu. Biber gazı kapsülü de yeteri kadar tehlikeliydi. Akıllı telefon da biraz bu yüzden önemliydi. O dönemde neredeyse benim dışımda herkesin elindeydi, ani hareket edebiliyor, mobilize olabiliyordu. 

O günlerde yaptığım bir ek iş sayesinde telefonumu alabildim. Daha fazla mobilize olabileceğimi sandım ama watsapp grupları beni ait olduğum korunaklı noktama daha da sabitleştirdi. Hareket etmekte zorlandım. Üşendim. Kendi alanımdan çıkmayı erteledim. Korku korkunun mayasıdır diye bir söz vardı; eğer o lafı referans alırsak o mayanın kaynağı oldu bu watsapp. Herkesin içine girdiği gündeme saplandım, kendi gündemimden koptum.

Siyasi gündem ana konumuz değil. Ama gelişmeler hayatımızın her alanını etkiler. Sonuçta bir şeyler oluyor ve biz ona göre gardımızı almak zorundayız. Hayat planlarımızı çevremizde olan bitenlere göre şekillendirmeliyiz. 

O nedenle haberdar olmalıyız her şeyden. Bu yüzden cebimizde akılı bir telefon olması iyiydi. Ama üç senede geldiğim noktaya baktığımda; daha çok şey bildiğimden emin değilim. En azından telefonum, beni geliştiren en önemli kaynaklarımdan biri olmadı. Hatta haberdar olduğum şeylerin büyük kısmı yalan çıktı. Belleğim doldu. Telefonunu satın aldığı tarihi hatırlayan adamın belleği son üç senede çöplüğe döndü. Hayat amacımdan, hayallerimden giderek uzaklaştığımı düşünmeye başladım. Bunun sebebi telefon değil tabi ki.Ama simgelerinden biri olabilir.

Bunları yazdıktan sonra, telefonumu atıp kıracak değilim. O kadar tepkili ve radikal biri değili. Zaten eşyalarını sonuna kadar kullanan biriydim ve yine öyle olacak. Bir akıllı telefon ne kadar kullanılırsa, o kadar uzun kullanacağım.

Arada eski mesajlara bakıyorum. Telefon tarihinin ilk mesajı, "Bugün gelicen mi

O gün geldim ama devamında olmam gereken yere gidemedim. O mesajı gönderen numara da artık telefonda kayıtlı değil. Telefonda çok fazla zaman geçirince ve o telefon insanın gündemini değiştirince rehberin büyük kısmı değişime uğradı. Yeni bir telefon yeni bir dönemdi ama eskisinden daha akıllı olamadı.

Babalar ve Oğullar



Yaklaşık 150 yıl önce yazılmış kitap. O topraklarda çok şey değişti. Devletler değişti, sonra bölündüler. Dünya tarihinde ayrı bir yere sahip oldular. Ve bütün o birikimin başlangıcına, oradaki toplumsal hareketliliğe tanık olmak isteyen, bu kitaba göz atmalı. Bu nedenle önemli. Yazarlık da biraz bunu gerektiriyor. Ivan Turgenyev de “O zamanlar yeni bir şeyin doğduğunu hissettim; yeni insanlar görüyordum ama nasıl hareket edeceklerini, onlardan ne bekleneceğini bilemiyordum. Ya susacak ya da ne biliyorsam yazacaktım. İkincisini seçtim." demiş.

Fakat diğer yandan da biz biraz uzaktan kalıyoruz. Yetersiz kaldığımız yerleri çok. Ama insan bir yerden de hayranlık duyamadan edemiyor. Adamlar sadece yan gelip yatmamış. Bir şeyler düşünmüşler. Birileri roman yazmış, birileri fikir akımı oluşturmuş. İyi kötü bir kültür yaratmışlar. Kültür her yerde vardır da üzerine bu kadar kafa patlamak takdirlik. O dönem baya eleştirilmiş. Benim de ilgimi çeken kısmı o oldu. Adamlar 1862 yılında; yazılan bir kitabı tartışmış. Beğenmeyeni çok ama beğeneni de var. Özellikle gençler arasında çok ilgi görmesi, romanın bir sonraki aşamada referans kaynağı haline gelmesine neden olmuş. 

Bu arada kitabın çok sevilen karakteri Bazarov'u ben hiç sevmedim. Yine de duruşunu bozmayan yapısına saygı duydum. Böyle bir zekaya öyle bir son da yakışmadı.

Güzel kitap, diğer Rus romanları gibi tıkanık da değil. Akıyor. Üç günde biter. Okumaktan çekinmeyin. 

Salı, Temmuz 19

Kapalı



Bu blog her zaman spordan, hatta futboldan beslendi. Ama başka mevzulara da uzak kalmadık. Çok fazla kişiye ulaşmadı, ama zaten öyle bir kaygısı da yoktu. Bir günlük tadında olmasını istedik. İşte o nedenle tam şu anda; hafta sonunda yaşananları es geçmemek gerekiyordu. Bir süre sonra geriye dönüp baktığımda, 'o gün' hakkında ne  not düştüğümü okumak isterdim.

Ama zaman da çok değişti. Bu blog 2008'de açıldı, o zaman yazı yazmak kolaydı. En ufak cümleden etiket yapışmazdı. 2016'da durum değişti. İnsan her cümlesine dikkat ediyor. Ve bu siyasi güçlerin yarattığı bir durumla alakalı değil. 

Türkiye her zaman çalkantılıydı; buna alışmıştık. Alışmaktan da öte bize öğretilen buydu. Doğal olarak; 90'ları korku ve kaygıyla yaşayanlar ile 90'ları özlemle ananlar ortak noktayı bulmakta zorlandı. Aynı dönemde aynı coğrafyada farklı şekilde büyüyenler kemale erdikten sonra aynı interneti kullanıp, aynı platformda buluşuyor. Belki de bu bloglar, sosya medya, akıllı telefonlar olmasa aynı yerde olmayacağımız insanlarla 'tanış' olduk. Şikayetçi değilim ama günün sonunda yazdığımıza dikkat eder olduk. Canlı canlı 10 kere bir araya gelmediğimiz insanlar, blogu okuduğu, Twitter'da takip ettiği veya Watsapp'ta aynı grupta olduğu için karşısındakini çok iyi tanıdığını iddia ediyor. Bu özgüven bende yok, o nedenle zorlandığımı itiraf etmeliyim.

Büyük ihtimalle darbe girişimi hakkında birçok yazı okuyacaksınız. Analizler havada uçacak. Bloglarda, ekşi sözlükte, twitter flood'larında... Bazıları bir anda "Ne güzel yazmış" - "İşte budur" cümleleriyle paylaşılacak, bazıları da gözden kaçacak. Muhakkak ki askerlik yapmamış insanların emir komuta zinciri hakkında söyleyecek sözleri vardır. Onları okumanızı istemem ama umarım bu yazı da gözden kaçanlar arasında kalır.

Ne siyasi analiz, ne ülkenin içinde bulunduğu durum. Sadece o gece yaşadıklarımız ve konuştuklarımız bile yeterli olabilirdi ama onu bile anlatmak; daha doğrusu anlattıktan sonrasıyla uğraşmak korkutucu.. 

Tarihi geceydi. Ben sokaktaydım, 'darbe oluyor' dediler. Yıllardır bize anlatılan durum yaşanıyordu. Yıllardır merak ediyordum. Askeri darbe hakikaten en azından 80'i gören büyüklerimizin anlattıkları gibi miydi? O gün pek öyle değildi. İnsan, darbenin bir anda sessizce olup bittiğini ve bittiği anda her sokakta tank göreceğini sanıyor. Oysa dolmuşlar çalışıyor, Tekel'ler açık, hayat devam ediyordu. Sivillerin prime-time'dan takip ettiği bir darbenin başarılı olacağını düşünmedim.

Toplum ve zaman değişiyor. 1980'de insanlar TRT izleyip saat 22.00'de uyuyordu. Şimdi herkes bu saatlerde uyanık ve önlerinde 300 tane kanal var. Cumhurbaşkanı da Face Time kullanarak halka çağrıda bulundu.

Yalan yok; ilk anda ben de durumu 'mizansen' olarak algıladım. Televizyonu açtığımda tankın üzerinde sivil görünce çok inandırıcı gelmemişti. Sürreal bir durumdu. Bir diğer sürreal durum yaşanınca durumun ciddiyetini anladım. Meclis bombalanmıştı!

Askeri, toplumu tanımıyor diye eleştirebilirdim ama toplum da yaşadığı ülkeyi tanımıyor. O nedenle bu karışıklıklar normal. Daha tankın paletini görmeden, 'ordu paralara el koyacakmış' diyerek ATM'lere hücum eden ve sanki evde yaşlı annesi her gün ekmeği kendi yapıyormuş gibi çuvalla un alan kitlenin paniği beni benden aldı. F16 seslerinden sonra en çok bu güruhtan korktum. Aklıma; en az bir askeri darbe kadar olmasını hiç istemediğim Büyük İstanbul Depremi geldi. Bu kitlenin o depremden sonra nasıl bir ruh haline gireceğini düşününce çok fazla kaygılandım.

Şimdi; hafta başı. Pazartesi herkes işine geldi, ve hepsi Facebook ve Twitter'dan ayrı bir büyük oyun çözüyor. Dünya üzerinde; Türkiye'de her ay çözülen Büyük Oyun sayısı kadar büyük oyun olduğunu düşünmüyorum. Hatta çok da ilgilenmiyorum. Yani strateji ve politikanın kendi dinamiğinin ilgi çeken yapısı nedeniyle ara sıra merak ediyorum ama bence bu benim; yükümlü olduğum, planlamam gereken ve sınırlı süreye sahip hayatımın bu kadar merkezinde yer almamalı. Şartlardan haberdar olmalıyım, gücüm orantısında rahatsızlıklarımı değiştirmeye çalışmalıyım ve panik olmamalıyım. Şartlar benden daha güçlü olanların hamleleri sayesinde sürekli değişebilir. Daha kötü de olabilir, düzelebilir de. Ama onları bekleyemem. "Kötü oldu'' diyerek duramam. Ben elimden geldiğince bu şartları bilerek hayatıma yön vermeliyim. Onlar kendi oyununu oynarken, ben kendi hayatımı kurmalıyım. Bu bireysellik değil, apolitzim hiç değil. Tamam belki biraz bireysellik ama en azından ATM'ye koşacak kadar da değil!

Politika dediğimiz şeyden insanın kendisinden, evinden başlar. Önce kendi evinizde bir farkındalığınız olacak. Hayata karşı bir duruş, amaç, düşünce, fikir, plan belirleyeceksiniz. Mahallenizde bu amaç doğrultusunda iz bırakmaya çalışacaksınız. Ondan sonra, üretimi çoğaltıp, sistemlendirmeye çalışacaksınız. Bir iziniz olacak. Bu is sayesinde de  toplumsal bir ilişki ağına da girmiş olacaksınız. Bu da bir örgütlenmedir zaten! Bunu ne kadar çok yayabilirseniz bir şeklilde yolun yarısı geçilmiş olacak.

Fakat şimdi kendi hayatına yön vermekten çok, haklı olmayı düşünen insanlarla beraberiz. Ahkam, analiz, akıl oyunları. Herkes dünyayı çözmüş ama hayatını çözememiş. 

Darbeden çıktık ve detaylandırmak istemediğim yerlere geldim. Eskiden, buraya yazardık ve "söz uçar yazı kalır" derdik. Yazalım ki, ne dediğimizi hatırlayalım, unutmayalım diye düşünürdük. Fakat şimdiki durumda yazı yazmak, hatta sadece bir cümle kullanmak bile senin hayat tercihini, yaşam tarzını, düşünceni sosyal ortamında etiket olarak kullanılmasına neden oluyor. Bir cümle yazmak, ileride aleyhinde delil olarak kullanabilir. O zaman neden kendimi heder edeyim? Madem siz sokakta panik ve korkuyla hareket edip; sanalda analizlerini sürdüreceksiniz; o zaman ben de tercihimi o korkuya kapılmadan ve analiz yapmadan sokakta yürümeyi tercih edeceğim.

Oysa ki tarihi bir geceydi... Türkiye siyaset tarihinde ayrı bir yeri olacak hafta sonunu yaşadık. Birçok şeyin yaşanmasına neden olacak bir kırılma anıydı. İleride belgeselleri çekilecek, kitapları yazılacak. Sadece o gece yaşadıklarımızı not düşmek bile ileriye bir hatıra olarak kalabilirdi. Fakat en ufak cümle, bize kendi çevremizde başka türlü geri dönebilecek. Bu kadar karışık, kaotik, sonu bilinmez bir ülkede; bir de kendi çevremizle savaşıp, haklı çıkmaya uğraşmak? Çok yorucu...

O yüzden o 'tanış' olduklarımız varken; ''yazı kalır' diyemiyor insan. Bir masada buluşur ve isteyene merak edene aklımızdan geçenleri anlatırız, tartışırız, konuşuruz. Neyse ki, hâlâ sokağa çıkma yasağı yok. Bu düşüncemizi gerçekleştirebileceğimiz bir ortam var. 

Pazartesi, Temmuz 18

American Sniper



Vietnam filmleri güzeldi. En sığ olanında bile bir 'Savaş kötüdür' mesajı vardı. Ya da biz çoğunu 30 sene sonra izlediğimiz için, önümüze elenerek gelmişlerdi. Irak Savaşı'ndan sonra çekilen filmlerin çoğu çöp!

Dünya değişiyor düsturuna örnek. O eski 'Benim ne işim var Vietnam'da' filmlerinden sonra, 'Biz burada insanları öldürüyoruz ama bir sor niye öldürüyoruz' filmleri geldi. Sinemanın eleştirel ürünleri yerini aklamaya bıraktı. Demek ki modern çağın ABD vatandaşı artık bunları izlemek istiyor. Holywood da bunu yayınlamak istiyor. Ama en acısı Clint Eastwood bunu çekmek istiyor.

Ulan diyorum belki filmin sonu başka anlamlar kazandırmıştır da biz oraya çok kapılamamışızdır. Film boyunca savaş kahramanlığı ve milliyetçilik pompası sürerken, en sonunda "Ulan işte gidip orada kahraman oldun ama burada psikolojisi bozulmuş başka bir asker tarafından öldürüldün" demek istenmiştir. Ama ondan önceki 100 dakika o kadar iğrenç ki; hiçbir şekilde zihinden çıkmıyor.

Oscar'da 6 adaylık, rezaletin son perdesi. Zaten onun gazına geldik de izledik. Savaş filmi çekiyorsunuz bari karakter analizi, değişimi, buhranı falan olsun. Ama onu oynamak içinde iyi oyuncu lazım. Bu Bradley Cooper gibi son 10 yılın popüler oyuncuları, sektörün en abartılan isimleri oldu. Adam yakışıklı, o nedenle hayranları olması doğal ama misal Brad Pitt de yakışıklıydı. Ve fiziksel görünümünden daha fazlasını yansıtıyordu; hâlâ da yansıtıyor.

Neymiş; onlar gelip bizi vurmasın diye bize gidip onları vurmalıymışız. Afferin sana! Hikayenin gerçek sahibi, ciddi anlamda iyi bir sniper'mış, bari sadece o tarafı anlatılsaydı da Show Tv'de 20 kere izleseydik. Keyfili bir aksiyon olurdu. Bir ruh hastasını, kahraman olarak filmleştiren herkese bu blog üzerinden eleştirilerimi sunuyorum.

Bu filmi sevip Kurtlar Vadisi Pusu'ya laf atanları da not aldık.

Pazar, Temmuz 17

Sefa


Kuzey İrlanda ile Manchester United'ın ünlü futbolcusu George Best, artık futbol oynamayacağını açıklamıştır. Resimde Best, bir süre dinlenmek için gittiği İspanya'nın Marsella sahil şeridinde plajda kimliği tesbit edilemeyen sarışın bir kadınla eğlenirken görülüyor.

1972

Cumartesi, Temmuz 16

Yeniden Deneyeceğim




Peter Sagan defalarca ikinci oldu. ama bunu da muhteşem bir şekilde yapıyor. 2015 Fransa Bisiklet Turu'nun Gap'ta geçen etabını hatırlayın. İkinci oldu ve finişe geldiğinde Wolf of Wall Street'ten ilham alan bir hareketle göğsünü yumrukladı. O an, "Vay be, bu çok cool" dedim. Çünkü gidona tutunup "Tanrım yine kaybettim" diye ağlamıyordu. Göğsünü yumrukluyordu ve "Yeniden deneyeceğim" diye bağırıyordu.

David Millar / Socrates Temmuz Sayısı

Cuma, Temmuz 15

The Cooler



Yer alan kadrodan çıkabilecek en kötü film. Film de çok kötü değil de, bu kadar vasat olmasını beklemiyordum.  William Macy'nin kendini en az verdiği proje herhalde. Alec Baldwin sınırlarını aşmış. Zaten adamın en iyi dönemleri olabilir 2000'lerin başı.

Las Vegas'ı gören veya kumarhane kültürünü sevenler daha çok keyif alabilir. Onun dışında sıradan bir televizyon dizisinin bir bölümünden daha ilgi çekici değil.

Perşembe, Temmuz 14

Festival




Euro 2016'ya gitmek istemiştim. Ama gitseydim çalışmak zorunda kalabilirdim. Oysa her şeyi bir kenarda bırakıp, bomboş bir kafayla orada olmaktı en güzeli! Kusursuz bir tatil olurdu.

Yukarıdaki videoyu Euro 2016 ile ilgili taraftar videoları ararken tesadüfen buldum. 18 sene öncesinden. Fransa 98'den. Bir turnuvanın ne olduğu, nasıl olması gerektiği daha iyi anlatılamazdı.

Muhteşem iklim, yaz ayı, sahil kasabaları, güzel kızlar, boş kafalar, kavgalar, polisler, soğuk içecekler, zenginler, fakirler, plajlar, cafeler, sokaklar, oteller, moteller, odalar, banklar, dilenciler, hayvanlar, çocuklar, öğrenciler, esnaflar, tarihi eserler, modern stadyumlar, tabelalar, tarlalar, yollar, işçiler, bayraklar, kameralar, müzisyenler, tezahüratlar, Fransızlar, İngilizler, Araplar, Asyalılar, Brezilyalılar, Afrikalılar, rastalılar, dazlaklar, punklar, sarışınlar, alkolikler, dans edenler, uyuyanlar, oturanlar,yaşayanlar....

Bir de meraklısına; dünyanın en iyi futbolcuları ve 32 tane takım...

Ulan hepimiz orada olurduk be!

Videoya, Rock tarihinin en kaotik şarkılarından biri olan savaş karşıtı Gimme Shalter'in eşlik etmesi baya şaşırtıcı olabilir. Ama ritm ve tempo cuk oturmuş. Aslında eğer mesele sözlerse; bu yaza damga vuran tezahüratın sözleri daha iyi uyardı.

Don't take me home, please don't take me home

I just don't wanna go to work
I wanna stay here, drink all your beer

Please don't take me home 

2018'de Rusya aynı keyfi vermeyecek, Orası; Fransa, Brezilya, Almanya gibi cazip bir ülke değil. Katar'ı saymıyorum bile. 2020 ise bu herkesin aynı yerde olma hissine büyük darbe. O nedenle Fransa belki de yakın tarihte görüp görebileceğimiz son ideal turnuvaydı. Hem kıyamet gibi, hem festival gibi. 

Aslında; eğer dünya yok olacaksa; yok olmadan önce insanoğlu her ülkede bir araya gelip; bütün medeniyeti yok edip birbiriyle vedalaşıp, son kez eğlenmeli. Ardından da bitiş... Güzel veda olabilirdi.

Gimme Shelter şimdi anlamlı oldu;

A storm is threat'ning
My very life today
If I don't get some shelter
Oh yeah, I'm gonna fade away

Bu arada bir yaz günü öğleden sonra, akşam üzeri; bilmediğin bir şehrin koca bir meydanında tanımadığın adamlarla futbol oynamak müthiş keyifli bir şey... 

Çarşamba, Temmuz 13

Kelebek



"Sayısı gitgide artan mekanik buluşlar ve daha kolay, daha iyi hayat olan bir toplum. Bilimin yeni buluşlarını tatmak daha büyük bir rahatlık ve buna varmak için devamlı bir mücadeleyi beraberinde sürüklüyor. Bütün bunlar da ruhu acıma duygularını anlayışı ve soyluluğu öldürüyor. Başkalarıyla uğraşacak zaman yok."


Koca kitaptan bunu mu çıkardın? Evet!

"Hapishaneden kaçış kitabı" diyerek adlandırmak mümkün. Bir Prison Break, bir Esaretin Bedeli ile aynı kulvarda belki de.. Ama bence daha fazlası. Ben de Ezel'de, 'doktorun Ömer'e imzalayarak verdiği kitap' diyerek heveslenmiştim. Ama olayı sadece hapisten kaçmak olarak görmek büyük haksızlık. Belki de 'özgürlüğünü aramak' daha doğru bir etiket olur.

Yine aynısı oldu! Bir kitabı daha çok sevdim ve o kitabı bu kadar geç okuduğum için çok üzüldüm. Şunlara en geç 20'lerin başında falan denk gelmek lazımdı. Ama bir yandan da, 'belki de en doğru zamanda okudum' diyerek kendimi avutuyorum.

Kitap, bir kürek mahkumunun özgürlüğe kaçışını anlatıyor. Gerçek hikaye. Henri Charriere'in kendi hayatı. Seneler sonra ikinci hayatına başladığı Güney Amerika'da benzer konulu bir kaçış romanı okuyor ve "Ben bundan daha ilginci yaşadım'' diyerek yazmaya başlıyor. Sonrası, bir klasik. Hatta Dustin Hoffman ile Steve McQueen'in oynadığı film ortaya çıkıyor. 

Kitabın her yeri ayrı bir heyecan. Fakat Kızılderili kabilesinde geçen günler ve karakterimizin modern dünyayı tercih etmesi en önemli yeri. İnsan, dizi izleyen yaşlı teyzeler gibi "Yapma oğlum, gitme evladım'' diyerek okuyor o satırları.

Kitaba konu olan hikaye  1930'larda geçiyor. İnsan buna da şaşırıyor. 100 yıl öncesi bile değil ama Avrupa'nın en 'modern' ülkelerinden birinden insanlığa sığmayan bir ceza sistemi ve hapishane şartlarına rastlıyoruz. Trajik. Avrupa'nın sahtekar medeniyeti yine gözümüzün önümde.

Kitaptan geriye kalan neden yukarıdaki cümle? Kardeşlerim! Hepimiz hapisteyiz, hepimiz kürek mahkumuyuz. Farkında değiliz. Belki de o nedenle bu kitabı 30 yaşında okumam o kadar da zararlı olmamıştır. Ne de olsa son dönemde bana bu kadar ilham veren başka bir kitap olmadı. Kaçaklar, okyanusta kaçmaya çalışırken, ben de Kadıköy-Beşiktaş vapurunda sayfaları çevirdim. İnsan biraz daha içine girince, ortak noktaları fazlalaştırabiliyor. Romanın baş karakteri "Kelebek'', 25 yaşından 38 yaşına kadar özgürlüğünün peşinde koşuyor. Hiçbir şey için geç değil; daha vakit var!


Kitabı hediye eden Uğur'a ayrıca teşekkürler. Bu blogu da bana hediye etmişti, onun sayesinde adım attım. Belki bu kitabın da faydası olacaktır

Pazartesi, Temmuz 11

"Fikrin Ne" Dedi, Söyleyiverdim



Fotoğraf: İzel / Düşer O klibinden...

Hayatımızın özeti haline gelmeye başladı bu felsefe. Doğru zamanda doğru yerdeyiz ama bunun meyvesini bir türlü yiyemiyoruz. "Tarih ikincileri yazmaz veya iyi oynayıp yenilenleri kimse hatırlamaz" muhabbeti işte.

Euro 2016'da umudumuzun olduğu günler...Tek derdimiz "Serdar Ortaç'ın Milli Takım şarkısı mı daha kötü? Yoksa Rafet El Roman'ın mı?" tartışması. Ve sonuçta "Tarkan gibisi var mı ya, yine onu kullanalım" deyip bir oluyoruz yolunda. "Gruba karşı son bahçelerde" misali kutuplaşmadan önce Taksim Meydanı'nda son bir araya gelişlerinde bunda etkisi vardır, kim bilir?

Zincirlikuyu'da Metrobüs'ten inip Barbaros'tan aşağıya salınmak artık CV'me yazacağım bir hobi haline geldi son zamanlarda. Bu kutlu yürüyüşlerin başlangıcında startı büyük başkan Dursun Özbek'in otelinden veriyorum. Sağ tarafta tüm heybetiyle duruyor. Belki 'roof'unda yanan o tek ışıkta, 'Galatasaray'ın sağ beki belirleniyor'un verdiği heyecan da cabası.

Tam o günlerde otelin tam önünde yer alan reklam panosuna Fatih Terim'li Turkcell reklamını astılar. "Ulan tam bloglug bu, al capsini, altına Dursun Özbek-Terim" temalı bir yazı. "Neyse bir ara çekeriz" diye diye kaçırdık fırsatı. Kötü sonuçlardan sonra küfür yememek için kaldırdılar herhalde, şimdi yerinde ne idüğü belirsiz bir tipin başrolde olduğu erkek giyim reklamını astılar. Capsi al, Ahmet Çakar'a yolla, yorumlasın Ör:

O fotoğrafı alabilseydim. Giresunlular'ın turizm sektöründeki çokluğundan girip bir yerlere bağlanacaktım. İlham da kaçtı, bağlantılar da. Fonda da "Giresun'un içinde" türküsü olacaktı. Hem de son dönemde elleri ve gözlerini deydirmeye başladıkları Selda Bağcan'dan... Oradan da semtimizin geçidine bağlanacaktım. Feride Geçidi'ne.

Semt demişken. Sizde de var mıdır bilmem. Semte yeni bir dükkan açılır, ihtiyacın olmasa bile destek amaçlı/tanıma amaçlı alışveriş yaparsın. Fikir verirsin. "Ya bunların şeftalilileri var, onlardan getirsen baya alan olur aslında" gibi akıllar vermek. Bu bilinçaltımızda kalmış herhalde. Kablonet'i arada bir güncellerim, yeni gelen kanalları 1-2 gün tutarım, Rize Kaçkar 53 Tv'de  "Rizespor, Kasımpaşa deplasmanından puan ya da puanlarla dönecek" haberini yerinden izleme keyfine varırım. 

Yine böyle bir müzik kanalına rastladım, attım fav'a. Bazen 90'lardan nostaji yaptırıyor, bazen adını sanını bilmediğim hepsi birbirine benzeyen yeni dönemlerden çalıyor (Ceylan Ertem-Aylin Aslım-Melis Danişmend). Birden karşıma bir kare geldi. Ben bu kareyi bir yerden hatırlıyordum. Nerede görsem tanırdım. Bu bizim "Feride Geçidi" idi.

Sonra başladım ismi nereden geliyor diye araştırmaya. Hep bildiğimiz şey, "Buradan biri karşıdan karşıya geçerken, tren çarpıyor. Feride diye bir kızcağız! Sonra da ailesi bu geçidi yaptırıyor  yürekler yanmasın diye" idi. Farklı versiyonları da duymuştuk ama anafikir hep aynı idi. 

Oysa bakınca farklı bir hikaye varmış. 70'lerde o dönemin çok çok üzerinde eserler üreten bir sanatçı, "Feride Cıva" buradan karşıdan karşıya geçerken tren kazasında hayatını kaybediyor. O dönem için farklı bir müziği varmış dendiğine göre. Uzay Heparı gibi, Didem Madak gibi, Tezer Özlü gibi erken göçenlerden.

Uğur Yücel-Mahsun Kırmızıgül filmleri gibi oldu farkındayım, bir sürü sosyal yaraya parmak basıp, bir yere bağlayamamanın sıkıntısı. Ne bileyim böyleyiz biz, hiç değişmeye de niyetimiz yok. Hâlâ "Yurtdışına gidiyorum" diyen arkadaşlara "X'in forması/anahtarlığı/magneti" istiyoruz ne yapalım? Beğendiğimiz yabancı dizi/filmi/belgeseli "Bunu Türkiye'ye uyarlasak aslında güzel olur" deyip Mustafa Denizli gibi kafada oynuyoruz.


Yazan: Refet


Pazar, Temmuz 10

Spotlight



Spotlight'ı Oscar öncesinde izlemiştim. Demek ki burayı ne kadar çok ihmal etmişim. Aradan ne kadar süre geçti, ama izlediğim film hakkında yazı yazmamışım. Neyse; asıl konuya gelirsek; o günlerde izlediğimde şundan emindim: Bu film Oscar alamazdı!

Diğer adayları izlememiştim ama bundan emindim. Fena patladım. Ama hala düşüncemin arkasındayım. Kötü film olduğunu söylemem. Tekrar tekrar izlenecek bir film hatta. Ama insan 'En iyi film Oscar'ını alan film' etiketini daha ilginç eserlere yapıştırıyor.

Zaten gerçek hikayelerin de en iyi senaryo ve en iyi film ödülü alması beni rahatsız ediyor. Ama yapacak bir şey yok. Uzun yıllardır olduğu gibi, sinema sektörü sıkıntıda.

Aslında, filmin gerçek hikaye olduğunu düşününce, bir film değil belki de modern bir belgeselden bile bahsedebilirdik. Kavram karmaşası yaşamadan geçelim.

Filmi değerlendirirken aldığı ödülleri düşününce, olumsuz yargılar öne çıkacak. Oysa fena film değil. Hatta ucundan biraz sektöre girmiş biri olarak oldukça ilgi çekici. Hatta belki de filmin bittiği andan hiç rahatsız olmadım. Günümüz sinema seyircisine göre en aksiyon olması gereken yerde bitmişti. Ama belki de en olması gereken yerdi! Sadece sonu değil; içinde de süslü anlatımla, coşkulu söylemler yoktu. Bu açıdan da aslında Oscar alması bir anlamda umut veriyor. Fakat ABD'nin kendi konularına biraz iltimas geçtiğini bildiğimizden yerel bir düşünceyle ödül aldığını bir köşeye yazabiliriz.

Filmin yıldızı bana göre Mark Ruffalo. Fakat iki senede iki ödüllü yapımda filmde yer alan Michael Keaton'un dönüşü muazzam oldu.

Anlatılan konuya dönersek de ilginç bir tartışma ortamı bizi bekliyor ki bu açıdan filme olan saygımız biraz daha artıyor. Tam da o günlerde Ensar skandalı burada patlamıştı. Ve çok sık "Bizde niye Spotlight çıkmıyor" tarzı yorumlar duymuştuk. Oysa buradaki olayda da ilk kıvılcım bir gazete haberi ile patlamştı. Ülkenin ve devletin üstünü örtme hevesi de aslında filmde gördüğümüz ABD'den daha farklı değildi. Sadece orada daha profesyonel yürüyor. O neden film çok uzun bir süreci kapsıyor. Hatta son anda yaşanan 11 Eylül saldırıları, haberin ortaya çıkmasını aylarca erteliyor. 

Burada ise iktidarı elinde tutan kitlenin vasatlığı, ellerini yüzlerine bulaştırmalarına neden oluyor. İyi de oluyor demek isterdik ama vasatlığın beslendiği kaynakların gücü; bütün vasatlığa rağmen olayın kapanmasını sağlayabiliyor.

Türkiye'nin hukuk ve sosyal adalet konularında Batı'dan çok daha geride olduğunu kabul ediyoruz. Ama buna bir sene biçmek zor. Bunun hesaplama yöntemi yok. Fakat; ABD'de 2003'te yaşanan bir olayı görüyoruz. Yani "ahlaksızlık" olarak çok da geride değiliz. Fakat üzerine gitme, yani etkili ve yetkili kurumların devreye girme zorunda kalması konusunda 13 sene başlangıç noktası oluyor! Bu konuya ayrıca girmek lazım. Filmde bağımsız olarak. Ama filmin kafa açması, bir artı puan daha ekletiyor.